Üniversitedeki birinci yılımın sonunda bir bahar sabahı yataktan kalkamadım. Bir süre sonra yurt odası boşaldı. Herkes çıkıp derse gitti. Bense etrafımda olanları hayalle karışık izledim. O kadar çok ateşim vardı ki, pencereden giren rüzgârla hareket eden perdeyi canlı zannedip ona seslendim. Galiba su istedim ondan. Perde ruhsuz biriydi. Yanıma gelmedi.
Böyle kaç saat geçirdiğimi bilmiyorum. Bir zaman sonra beni yukarıdan çağırdıklarını duydum. Herhalde sıram geldi gidiyorum diye düşünürken, birden anladım ki kapıdan ismimi anons ediyorlardı. Bunun iki anlamı olabilirdi. Ya annem telefon ediyordu. Ya da birisi beni görmeye gelmişti. Nasıl başardıysam kalkıp merdivenleri tırmandım ve titreye titreye ana kapıya çıktım. Kapıda bir arkadaşım vardı. Derse gelmediğimi görünce merak etmiş, bir uğrayıp yoklamak istemişti.
Aynı arkadaşım beni önce revire, oradan da Beşiktaş’taki evine götürdü. Eve giderken taksi tuttuk. Bir Murat 131 geldi. Bu bile olayların ciddi olduğunun işareti gibi göründü bana. Beşiktaş’taki evde bir iki gün baygın bir halde yattım. Yataktan kalkacak hale geldiğimde, bizimkilerin tabiriyle, iğne yutmuş ite dönmüştüm. O kadar zayıf düşmüştüm ki, yürümekte bile zorlanıyordum.
İyileşir gibi olduğum günün sabahında, arkadaşım beni koluna takıp çarşıya götürdü. “Aslan gibi olacaksın,” dedi giderken, “Bulgar’ın kaymağı ölüyü bile diriltir.” “Sağol be,” diye terslendim, “İçimi rahatlattın.” Minnetimi ifade edemeyecek kadar gençtim. Ama arkadaşım bunun bir tür teşekkür olduğunu anladı. Elini omzuma attı.
O güzel bahar sabahında ağır aksak yürüyerek kaymakçıya kadar gittik. İçeri girene kadar ne kadar aç olduğumu fark etmemiştim. Dükkânın içinde süt teknesinin buharı vardı. Pando bal-kaymağını önümüze atınca, hepsini hop diye yuttum. Bir de peynir isteyecektim ama arkadaşım beni kaş göz hareketleri ile durdurdu. Doğma büyüme Beşiktaşlıydı. Pando’nun huyunu suyunu iyi biliyordu. Bu yaşlı adamın kendince bir düzeni vardı. Öyle elinizi kaldırıp bir şey isteyemezdiniz. Sırası gelince, o size yanaşıp soracaktı. Biz de bekledik. Sabrımızın ödülü olarak hem peynir hem de yumurta kazandık sonunda.
Sonraları müdavimi olduğum bu dükkânın adabını böylece öğrenmiş oldum. Pando acele edenleri sevmiyordu. Bir şeyler ısmarlamak istiyorsanız, sıranızı beklemeniz gerekiyordu. Dükkânın eskileri bunu bilip ona göre davranıyorlardı. Yeni yetmeler de eskilere bakarak öğreniyordu. Arada bir densizin biri çıkıp da parmak şaklatırsa ya da, Allah korusun, “Nerede kaldı benim yumurta?” diye bağırırsa, Pando’nun tepesi atardı. O zaman da mesela bir daha o adamdan tarafa hiç bakmazdı. Adam sonunda kendi kendine bağırıp çağırıp giderdi. Pando ise hınzırca güler ve işini bildiği gibi yapmaya devam ederdi.
Bir iki sene önce, üç kardeş yine Pando’ya kahvaltıya gittik. Biz uslu uslu tabaklarımızı beklerken, yakınlardaki plazalardan birinde çalıştığı belli olan çıtı pıtı bir kız dükkâna girdi. Kaymak tezgâhının önüne geçip durdu. Yolu kapattığının farkında değildi. Aslında galiba kendisinden başka hiçbir şeyin farkında değildi. Yüksek topuklarının üzerinde bir süre sallandıktan sonra sıkıldığına dair işaretler vermeye başladı. Erkek kardeşim koluyla beni dürttü ve “Seyret şimdi,” dedi. “Pardon, bakar mısınız?” diye öttü kız. Üçümüz de nefesimizi tuttuk. Pando hiç oralı olmadı. “Peynir istiyorum,” diye üsteledi kız. Sonunda bizimki yavaş yavaş döndü ve “Bu peynir var,” dedi. Elinde hayatımda gördüğüm en büyük kalıbı tutuyordu. Kız bir kalıba bir de Pando’ya baktı. “Kaç para bu?” diye sordu. Pando ona acayip bir rakam söyledi. Muhtemelen salladı. Kız önce, başka yerde daha ucuz diyecek oldu ama bir şey onu durdurdu. “Yarısını verin bari” diye karar verdi sonra. “Kesmiyoruz,” dedi Pando. “Yarısını verin, alacağım,” dedi kız. “Satmıyoruz,” dedi Pando. “Adama bak ya!” dedi kız. Ardından beyefendili efendimli birtakım cümleler kurdu. Ama bizimkinin onunla işi bitmişti. Arkasını dönüp bal-kaymak tabaklarını hazırlamaya girişti. Kız bir süre daha söylendikten sonra topuklarını vurarak çıkıp gitti. Pando yine kıs kıs güldü. Sonra da bize dönüp eliyle “Deli mi ne?” işareti yaptı. Biz de tedbirli bir şekilde sırıttık. Ne olur ne olmaz. İşin ucunda bal-kaymaktan olmak vardı.
Bu yaz hep uzaktaydık. İstanbul’a geri dönünce Beşiktaş’ta bir kahvaltı etmek istedik. Hem arkadaşlar da gelmişti. Hep birlikte güzel olurdu. Pando’yu dükkânın önünde gözü yaşlı bir şekilde otururken bulduk. “Biraz temizlik yapıyoruz. Dükkân şimdi kapalı,” dedi bize. Beşiktaş’ın en eski esnaflarından biri olan Pando’nun tahliye edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu duymuş ama inanmak istememiştik. Dükkânın içine şöyle bir göz atınca, masalarla sandalyelerin kaldırılmış olduğunu gördük. Süt teknesinden de buhar çıkmıyordu artık.
“Bizi göndermek istiyorlar,” dedi Pando. Sonra titreyen eli ile uzanıp elimi tuttu. Her şey çok garipti. Senelerce önünde çekinerek durduğum bu yaşlı adam ile bir süre âşıklar gibi el ele oturduk. “Doksan yaşına geldim,” dedi bana. “Ama karım bana iyi bakıyor. Herhalde daha yaşayacağım.” Burnuyla ileride bir noktayı işaret etti sonra. “Şu arkadaki sokakta doğdum ben.” Diğer elinde bir deste para tutuyordu. Muhtemelen son hasılatıydı. “Şimdi gideceksin diyorlar. Nereye gideyim?”
Pando’nun lekelerle kaplı kırış kırış olmuş ellerine baktım. Bu elleri kaymak koyarken, süt doldururken, peynir keserken ne kadar çok seyrettiğimi düşündüm. Hastalıktan kalktığım o günün sabahında dükkâna ilk girişim geldi gözümün önüne. Aynı ellerin önüme bıraktığı o ilk tabağı görür gibi oldum. Boğazıma bir şey oturdu. Halimi sezmiş gibi, ayrılırken elimi okşadı, Pando. “Dükkân şimdi kapalı. Bir dahaki sefere gelir yersiniz,” dedi. “Bir dahaki sefere,” dedim ben de. Belki de başka bir sefer olmayacağını bile bile.
Uzun süre uzak kaldıktan sonra eve döndüm diye seviniyordum. Sonra düşündüm de, eve dönmek benim için Beşiktaş’a dönmek demek. Kambur’da çay içemeyince, Pando’da kahvaltı edemeyince, sevdiklerini bıraktığı yerde bulamayınca, evine dönmüş sayılır mı ki insan?
Kaynak: Birgun.net
Pando'nun Elleripando
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder